İstanbul Art News, Nilüfer Şaşmazer söyleşisi
Daha önce birçok uluslararası platformda işlerini sergilemiş olsan da “Kitle ve İktidar” Türkiye’deki ilk kişisel sergin. Serginin çıkış noktası nedir? Tüm bu işler nasıl ve ne şekilde bir araya getirildi?
İşlerimi uzun zamandır takip eden Ankara’daki Gezici Festival, filmlerimin toplu gösterimini yapmak ve bunu bir sergi ile desteklemek istedi. Sergiyi SALT Ulus’a teklif ettiklerinde onlar da kabul ettiler. Bir film festivali ile bir sanat kurumunun bu şekilde bir işbirliği yapması oldukça vizyoner, aynı zamanda da mütevazi bir tavır. Çünkü bazen rastlıyorum, bazı festivaller ya da kurumlar “Hepsi benim olsun”, “İlk ve tek gösteren ben olayım” istiyorlar; bir tür prömiyer fetişi. Ama ne yazık ki bu tavır, işlerin farklı seyircilere ulaşmasını engellemiş oluyor. Ayrıca, dünyadaki diğer film festivallerinin ön ayak oldukları video sergileri genelde uygunsuz sinema fuayelerinde (örneğin Berlinale’nin Forum Expanded’de yaptıkları gibi) ya da etken bir şekilde kamusal olamamış, dolayısıyla sergi tecrübesi az sanat kurumlarında olur ve çok iyi yerleştirilmez. Ankara’da bunun tam tersi oldu. Bence her iki kurum da bu konuda çıtayı yükseltmiş oldular. Ayrıca bu sergi, tamamı SALT Ulus’ta üretilen ilk sergi olma özelliğini taşıyor. Daha önceki sergiler hep İstanbul’dan gelmiş. Biz bu sergide bu ithalat durumunu biraz kırmak istedik. Ankara’ya konsantre olduk. Sergi süresince yapılacak etkinliklerin çoğu burada olacak. Mesela konuşmaların biri hariç hepsi Ulus’ta oluyor. Konuşmacıların çoğu Ankara’da yaşıyor ve çalışıyor. Binayı daha fazla kamuya açmak isteğiyle, konuşmaları sokaktan görünecek şekilde ‘yerleştiriyoruz’. Bir de ben sergideki Binibining Promised Land işinden yola çıkarak Bilkent Üniversitesi Kentsel Tasarım Bölümü’nde otogarlar üzerine bir workshop vereceğim. Ankara zaten çok iyi seyircisi olan bir şehir. İstanbul’un tahtını biraz zorlamak gerek artık. Cumhuriyet rejiminin merkeziyetçiliğini eleştiriyor isek, sanat alanında İstanbul’un merkeziyetçiliğini ve kendini beğenmişliğini de eleştirmemiz gerekir. İstediğimiz de oluyor sanırım: İstanbul’dan Ankara’ya gelenler var sergiyi görmek için.
Yaptığın işler kimi topluluklarının, altkültür ya da azınlıkların tören ve ritüellerini konu alıyor. Bu konuya ilgin nasıl başladı, kişisel tarihinde bir yere dokunuyor mu bu hikayeler?
Tabii ki, yaptığım her şeyin biyografimde bir yeri ve ona bir etkisi var. Sanırım temelde, Ben’den Biz’e doğru bir yolculuk ve arayış içinde olmam yatıyor. Urban, seküler, kapitalist, aydınlanmış ve cumhuriyetçi bir özgeçmişten geliyorum. Bu tarz bir hayatta, Mete Kaynar’ın rejim ve ritüeller üzerine yazdığı gibi, “Ben’i Biz’in üyesi kılan” resmi ideoloji ritüelleri vardır. Andımız ya da 19 Mayıs ve 23 Nisan törenleri gibi. Öğrencilik yıllarımda bunlar bende görünmez travmalar yaratmıştı. O nedenle büyüyünce yaptığım ilk işlerimden Ben Askerim ve Bayrak bu konu üzerine olmuştur. Bu işleri yaparak, geçmişte tabi tutulduğum eziyetler olarak gördüğüm bu tür ritüellerin acısını çıkarıyordum sanırım. Tanımadığım seyircilere bu filmleri her gösterdiğimde biraz daha rahatlıyordum. Ritüellerin dünyasına böylece giriş yapmış oldum. Daha sonra Ben’i Biz’e daha farklı şekilde ekleyen, bütünleyen ritüelleri gözlemlemeye başladım. O sırada Berlin’de yaşarken, benim gibi misafir olarak gelip kalmış Türkiyeli göçmenlerin düğün törenleri ile nasıl birbirlerine kenetlendiklerini görünce, bu düğünleri belgelemeye karar verdim. Yaklaşık altı ay boyunca her hafta sonu üç dört tane düğün çektiğimi hatırlıyorum. Artık bu iş bir sanat eseri yapmanın ötesine gitmişti. Ama zaten ben bunu sadece bir sanat eseri çıkartmak için yapmıyordum sanırım. Kendimi iyileştiriyordum. Gurbetteki duygusal durumuma tercüman olan bir sosyal kenetlenmeyle karşılaşmış ve onun müptelası olmuştum.Ben’den Biz’e geçişin alternatif bir yoluna tanık olmuştum. Yeniyetme bir devletin, Hobsbawm’un deyimi ile “icat edilmiş” bir ritüeli değil, yüzyıllar boyunca şekillenerek gelişen sosyal (ve sivil) bir ritüeldi akışına kendimi bıraktığım. O işin montajı iki sene sürdü. Sanmıyorum ki bu sadece o konudaki tecrübesizliğimden kaynaklanmış olsun; aslında o işi bitirmek istemiyordum. Belki de bitmiş bir ‘ürün’ olmasından çekiniyordum. Süreci ilk o zaman görmüştüm, ve yavaş yavaş bu süreci sevmeye başladım. O sıralarda Hito Steyerl ile iş siparişleri ve deadline’lar üzerine konuşuyorduk. Hito’nun elinde bitirmesi gereken ve daha önemlisi artık bitirmek istediği bir iş vardı. Bense işlerimi bitirmeden sergilemeye başlamıştım. İşlerimi bitirmek istemediğimi duyunca cok şaşırmıştı. Ama tabii o zaman benim üzerimde henüz o kadar ilgi ve stres yoktu… Ritüellerin kenetleyici bir özelliği var, ki bu beni çok etkiliyor. Bazı etnograflar ‘kültürel performans’ terimini kullanırlar belirli ritüeller için. Bu ritüellere katılım yolu ile kültürü öğrenir, uygular, parçası olur, paylaşır ve sosyal olarak arınırsınız. Ben de bu kültürel performanslara bir şekilde kendimi yamayarak bu arınmayı yaşıyorum sanırım. Önce konu edip çekerek; yani uzaktan ve tam katılmadan, çekimlerden sonra da katılarak; yani biraz daha yakından ve içeriden.
Milli bayramları, askeri törenleri, düğün törenlerini ve kimi dini törenleri izlediğimiz videoların bir yandan antropolojik değer taşıyan birer çalışma, bunları gerçekleştirmeden önce nasıl bir yol izledin?
Benim çekimler öncesi yaptığım yakınlaşmalar bazı etnografların saha çalışmalarına benziyor, evet. Ama bu konuda bir genelleme yapmak ister miyim bilemiyorum. Bence bu benzerlik ya da farklılıklara çok kişisel bir perspektiften bakmak gerekir. Her araştırmacı ile konu ettiği grup arasında özel ve benzersiz bağlar kurulur. Bazen de kurulmaz. Kurulduğu zamandan sonra devam eden süreç kesinlikle kendine mahsus bir süreçtir, hatta kendi içinde de değişimler gösterir –mesela, bazen bir günü bir gününü tutmaz. O nedenle benim en sevdiğim etnografik eserler genelde günlük şeklinde yazılanlardır. Yani süreci anlatan, sonuç çıkartmaya çabalamayan; ya da başka bir deyişle, sonucu süreç üzerinden okuyan… Etnografların sanatçıların çalıştığı gibi çalışması, ya da sanatçının etnograf gibi davranması beni hiç şaşırtmıyor. Cinsiyetlerin iç içe geçmesi gibi bir durum bu. Kendine sadece sanatçı denmesini isteyen, denmeyince de pek bir bozulan insanlardan hep çekinmişimdir. Aynı şekilde kendine sadece etnograf diyen ve bu unvana sıkı sıkı tutunan akademisyenleri de çok sıkıcı bulurum. Öte yandan pratiğini çeşitlilik üzerine kuranlara hep yakınlık duymuşumdur. İşte bu tam bu yüzden sergi kapsamında böylesi bir etnograf olan Leyla Neyzi ile bir söyleşi yaptık. “Etnografi Olarak Sanat, Sanat Olarak Etnografi” başlığını koyduğumuz bu söyleşide pratiklerimizin kesiştiği noktaları tartıştık. Örneğin Leyla Neyzi’nin son kitabinin değişik seyirciler için değişik biçimlerde basılmış olması ve daha geniş bir kitleye hitap eden ilk baskının bir sergi ile desteklemiş olması ve bu serginin alışılagelmiş etnografik (poster) sergilerinden çok farklı olarak dinamik bir ‘platform’ olarak yerleştirilmiş olması bence üzerinde durulması gereken bir konu.
Peki belgelediğin ritüelleri gerçekleştiren insanlarla/gruplarla ilişkiyi nasıl kurdun? Bir yandan çoğunun azınlık gruplar olduğu düşünüldüğünde, araştırma ya da videoya çekme süreçlerinde zorluklarla karşılaştın mı?
Hayır. İnsanlarla kolayca yakın ilişki kurabilen biriyim. İşlerimin yüzde ellisi zaten bu. Binibining Promised Land’in hikayesini anlatayım: İsrail’de yasayan 40.000 kadar Filipinli hastabakıcı kadın var. Filipin kültüründe güzellik yarışmalarının özel bir yeri vardır. Kendi tabirleriyle “Filipinliler güzellik yarışmaları olmadan yaşayamazlar”. Gurbette de devam ettirirler bu geleneklerini. Ben bunlardan bihaber olarak bir gün Tel Aviv otogarında dolaşırken, duvardaki bir yarışmanın posteri gözüme ilişti ve anında çarpıldım. Posteri görmeniz lazım ama seçilen görüntüler, yazı karakteri, üstündeki gurbet temalı mesajlar, kötü photoshop işi grafikler anında kalbimi fethetti. Posteri hemen duvardan kopartıp kaldığım evde baş köseye astım. Ertesi gün posterde yazan telefon numarasını aradım. Organizatör James (Charlene) Dandan’ın cep telefonuydu aradığım. Hiç unutmam, daha telefonda birbirimize ısındık. Bu güveni hissedince hemen konuya girdim, çekebilir miyim diye sordum. “Tabii şekerim, gel çek” dedi. Yarışma günü gelip çattığında o devasa otogarın yedi kat altindaki izbe bir kulüpte buldum kendimi. Ve karşımda James (Charlene) Dandan vardı! Tabii ki daha telefonda erkek olduğunu anlamıştım. O sırada hala makyajını yapmamıştı; James’di. Çok nazikçe “Giyinip bi kendime geleyim, konuşcam seninle” dedi. Biraz sonra muhteşem bir kıyafetle Charlene olarak geri geldi ve “Hadi hemen başla, arkadaşım” dedi. Bu süreç içinde hiç sormadı “Kimin için çekiyorsun, niçin kullanacaksın” diye. Bir ara anlatmaya çalıştığımda beni pek de dinlemedi. Yarışmacı kızlar da bana çok ısındı. Yarışmadan sonra sık sık onların boş günlerinde görüşmeye başladık. Günümüz sabah kilisede başlardı. Ben bütün ayinlere katılırdım. Ardından çoğunlukla yirmi, otuz Filipinlinin beraber yaşadığı evlerde buluşur saatlerce yemek yiyip, sohbet eder, gece olunca da otogarın alt katındaki kulüplere giderdik. Sabahın ilk saatlerinde onlar şehirlerarası otobüslere binip İsrail’in diğer şehirlerindeki ‘işyerlerine’ doğru yola çıkarlardı. İsrail gibi korkunç sorunlu bir yerde kendime bir vaha bulmuştum. Yaklaşık iki sene boyunca gidip geldim Israil’e ve o süre zarfında çektiklerimi hiç montajlamadım. Bazen yeni röportajlar çekerdim, bazen Kilise’de çekim yapardım, bazen hasta bakıcı olarak çalıştıkları evde ‘işverenleri’ ile birlikte… Sonra filmi nasıl yapmamı istediklerini sordum. “Televizyonda seyrettiğimiz güzellik yarışmaları gibi” olsun dediler. Öyle yaptım.
(İsrail’de yaşayan Filipinlilerin gerçekleştirdiği güzellik yarışmasını gösteren) Binibining Promised Landile 23 Nisan törenindeki çocukların halini gösteren Bayrak çalışması, tartışmaya açtığın eleştirel alanda hangi paydada buluşuyor?
Kitle ve iktidar! Bayrak’ta resmi ideolojinin bir ritüel yoluyla ulusal kimliği nasıl inşa etmeye çalıştığını görüyorsunuz. Yani iktidarın kitleyi kontrolü altında tutma ve kendisini meşrulaştırma çabasını. Binibining Promised Land’de ise diasporik bir kitlenin yerel iktidarla nasıl flörtleştiğine şahit oluyoruz. Sergideki işlerin ortak paydalarından biri, kitle ile iktidar arasındaki bu kör topal ilişki. O yüzden sergiye bir başlık bulmamı istediklerinde hemen aklıma Canetti’nin Kitle ve İktidar’ı geldi. Aynı durum Tanklove enstalasyonu için de geçerli. Bir iktidar simgesi olan tank, askeri otoritenin esamesi bile okunmayan bir ülkenin sokaklarında tek başına geziniyor, sonra da kasaba halkı aynı tankın üstüne tırmanıp hatıra fotoğrafı çektiriyorlar. Bir çeşit kılık değiştirme, transvestizm bu aslında. Ayni benim Untitled isinde üstüste farklı başörtüleri giyip ağlamam gibi. Ayşe Çavdar’ın sergi kapsamında yaptığı “Kadının Örtüsü, Erkeğin Gücü: Siyasi Transvestitenin Berisinde Başörtüsü” başlıklı konuşması da taşı gediğine oturttu. Ayşe’nin erkeğin iktidarını ters yüz eden söylemi serginin bir uzantısı olarak görülmeli bence… Bu konuşmalar benim için ayrı bir önem taşıyor, çünkü ben sergilerin sadece sanatçının iktidarının sergilendiği alanlar olmamasını istiyorum. Bu bağlamda Ayşe Çavdar’ın konuşması da Leyla Neyzi ile olan söyleşimiz de serginin ayrılmaz bir parçası olarak düşünülmeli.
Eğitiminin aslında oyunculuk üzerine olması videoya çektiğin performatif ritüellere bakışını ya da onları kaydedişini nasıl etkiliyor?
Videoyla ilk aşk hikayem, bir tiyatro oyununu kameraya çekerken başlamıştı. Konservatuvarda Yıldız Kenter’in öğrencisiydim. Eğitimin daha ilk yıllarında oyuncu olmayacağımı anlamıştım. Mezun olmaya bir sene kala, “Ne yapmalıyım?”, “Bundan sonrası ne olacak?” gibi derin arayışlar içindeyken, bir gün yıl sonu piyesinin kameraya çekilmesi gerektiğini söylediler. Çehov’du. En sevmediğim oyun yazarı. Buhranlar geçirirdim onun oyunlarının sahnelenişini izlerken. Beni hep aykırı bir kişilik olarak gören diğer hocalardan biri “Köken yapsın, o bu işten anlar” demişti, imalı imalı. Kenter Tiyatrosu’nun balkonunda günlerce sıkıntı içinde seyrettiğim o oyun, kameranın lensinden bakınca bambaşka bir hal almıştı. Kameramla oyuncuları takibe başlamış, derin zumlar yapıp konuşan oyuncuların yüz ifadelerini yakından çekmiş, on dakika boyunca rolünün gelmesini beklerken zoraki mimik ve jestlerle rahatsızca durduğu yerden konuşulanlara dahil olmaya çalışan zavallı sınıf arkadaşımı takip etmiş, bazen kamerayı gizlice hocaların üstüne tutup onların tuttuğu notları çekmiştim. Aynı anda da aklımda montaj yapıyordum. O anda içimde bir şey belirdiğini hatırlıyorum. Sanki kaçış yolumu bulmuştum. Sonra bir daha oyunculuğa geri dönmedim. Yıllar sonra Aşura’nın Zeynebiye Camii’ndeki provalarında kameramla oyuncuların arasında dolaşırken bir çeşit deja-vu yaşamıştım. Çekerken gülümsediğimi hatırlıyorum.
** Istanbul Art News, Ocak 2014
Leave a Reply